Bu filozoflar genellikle insan varoluşunun içinde bulunduğu acımasız gerçekliği kabul etmişlerdir ve insanın özgürlüğünü, amacını ve anlamını sorgulamışlardır. Nietzsche özellikle, modern batı kültürünün inanç sistemleri ve değerlerinin boşluğunu vurgulamış ve insanlar için yeni bir değer ve anlam arayışına işaret etmiştir. Schopenhauer ise, insanın acı çeken bir varlık olduğunu kabul ederek, insanın amacını hedonizm veya başka bir mutluluk arayışı şeklinde yorumlayanlara karşı çıkmıştır. Heidegger, bireysel özgürlük ve toplumsal yapıların sınırlılığına dair savlar geliştirmiş ve insanın gerçek varlığının derinliğine inmeye çalışmıştır.
Sartre ise, insanın belirsizliği ve yaşamın anlamsızlığına karşı çıkmıştır. İnsanların kendi özgürlüklerini yarattığını savunmuş ve böylece hayatlarına anlam kattıklarını söylemiştir. Blanchot, insanın kendini hiçliğin içinde kaybetmesini ve sonsuz bir boşluğun içinde sınırsızlık hissine kapılmasını vurgulamıştır. Foucault ise, insanların varoluşsal durumlarının öznelliklerinden kaynaklanan zorlukları keşfederek, gerçekliğin yapısı ve toplumsal yapıların çoğu zaman denetleyici karakterini ortaya çıkarmıştır. Deleuze ise, insanın kontrol alanları içinde aslında nispeten az kontrol alanı olduğunu göstermiştir.
Bu filozoflar, insanların belirli inançlar ya da kurallar yoluyla mutluluğu ya da anlamı bulmalarının mümkün olmadığını vurgulamaktadırlar. Bunun yerine, kendiliğinden ve yeni bir yararlılık alanı ile işaret eden bir özgürleşme süreci yoluyla hayatlarının anlamını bireysel olarak belirlemenin peşine düşmüşlerdir. Hiççiliğin temelinde bu özgürlük kavramı yer almaktadır ve insanların yaşamlarına anlam katmak için kendileri tarafından belirlenecek etik ve değerlerin yaratılması gerektiğine inanırlar.